6 Eylül 2013 Cuma

Metin Çulhaoğlu Güzellemesi: Bir 1968’linin Genel Tarih Bilinçsizliği

Tarih bilinçsizliği ayıp değildir, çünkü bilmemek ayıp değildir, öğrenmemek ayıptır.

(Sürekli geçişsel ve ara dönemlerin üstüste geldiği, özellikle ara ve ana dönemlerin birbirinin yerine ikame ettiği ve dönüştüğü zamanlarda yaşadık. O nedenle, böylesi dönemlerde sürüsel kafa karışıklığının artacağını da biliyoruz, diye de not düşmüş olalım.)

Sözünü ettiğimiz 1960-2010 Türkiye’si.

Çulhaoğlu tarih bilinçsizliğinin hası olan şöyle bir saptama yapmış:

“Örneğin 1960’lar ‘demokratların sosyalistleştiği’ dönem idiyse, bunun geri planında 1946’dan başlayarak ete kemiğe bürünen bir toplumsal-siyasal hareketlenme vardır. Bu hareketlenmenin daha sonra Demokrat Parti’den düş kırıklığına uğrayan bileşenleri yeni arayışlar içine girmiştir ve 1960’lı yıllarda Türkiye sosyalist hareketinin mücadeleyi ülke sathına yayan yeni unsurları arasında bu bileşenlerin önemli bir ağırlığı vardır.”


Üf ki ne üf.

Külliyen mafiş bir üf.

Dünya 1968’lileri, 2. Dünya Savaşı ertesi doğan kuşağın gençlik halidir. Onlar klasik feodal-patriarkal ailenin, G-7’de bile ilk kez tam çöktüğü, çocukların babasız büyüdüğü, devletin otoritesinin de, 2. Dünya Savaşı yıkımı nedeniyle, bir tür suçluluk duygusuyla gevşetildiği bir 20 yıllık sürenin ardından gelmiştir. Yani özgürlük verilidir, kazanılmış değildir, kazanılmış olan 1978’dir, onun bedeli de 1988’dir. Eğer 1978’deki 2. rauntta kazanılabilseydi, 1980 ertesi tarih atlası bambaşka çizilecekti. Bu bir.

Biz de ise, biraz ayrı ve bir dış kulvardan gelişen olaylar dizisi yaşandı: İnönü’nün Serbest Fırka olayından ders almadan yarattığı DP garabeti, çokpartililiği bugüne dek mümkünsüz kılmaktan başlayıp, 3 darbeye kadar uzanan rezaletler silsilesinin müsebbibi oldu. O 3 darbenin birincisi, tuhaf bir biçimde sol gösterip sağ vurunca, ortalıkta yine bir iktidar boşluğu oluştu. Başıboş kalan küçük burjuva ayaktakımı (bizde Ankaralılar) demokrasicilik oynamaya ve bunu yüzüne gözüne bulaştırmaya başladı. Sonraki 2 darbeyi de yine kendi yaratıp, yine kendi destekledi. Bu iki.

1960’ta sol sayılan güruh 300 kişiydi belki ama 500 kişi değildi.

1980’de sol sayılan, sempatizanlar dahil 100 bin kişiydi ama bunun vatandaşlıktan çıkarılan 30 bininin sonraki davranışlarına bakarsan, aslında pek pek 3 bindi.

Vee: Bunların içinden bir tek dişe dokunur kuramcı çıkmadı. Türk solunun yüzyıllık nafileliğinin ve beyhudeliğinin temel kanıtı budur bizce.

Çulhaoğlu da, kuramda tek tek basaraktan bade süzdüğünü gösteriyor bize.

En önemli vurgu: İronik artı komik paradoksal bir biçimde, Türk solu, 1960 ertesinde ya SSCB’ci oldu, ya da Kürdistan’cı. E, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu bilader?

Koskoca ‘1960’ın hemen ertesindeki’ TİP’in sonunu da bu çatışma getirmedi mi?

Mücadelenin ülke sathına yayılmasına gelince:

Eşkiya isyanı, zaten çok yüzyıllık bir gelenek bu altkıtada. Yani devlet, dağlarına bir türlü egemen olamıyor ki hala da öyle.

1978’lilerin ülke sathına isyansal yayılması ise, özgün bir vakaydı. Hala yeterince incelenmedi, özellikle de içeriden bakılarak. Birazını Halid Özkul yazdı o kadar.

Örneğin, hala kimse Ertuğrul Kürkçü’nün neden sağ olduğunun hesabını ödetemedi bir türlü.

Bakın, bir tek paragraftaki yanılsamalar zincirinin halkaları say say bitmiyor.

Konu günümüz aslında. O yüzden parça parça sekerek gidiyoruz:

Taksim Geziciler apolitikti, bunu kendileri söyledi. Bir de, aralarına moruk solcuları özellikle istemediler. Çulhaoğlu ve hempaları dahil bu kanattaki herkes, bu harekete sonradan angaje, trampa, yancı (Rus ruleti tipi kumarda çayı beleşe içen) oldu.

“Haziran direnişinin bu bakımdan ilginç bir yere oturtulması gerekir. İktidarın Gezi Parkı’na ilişkin niyetleri, bu hareketliliğin katılım anlamındaki boyutlarını ve coğrafi yaygınlığını açıklamaya yetmez. Ancak, bunun dışında ‘tikel’ bir tetikleyici bulup göstermek de güçtür. Haziran, bu bakımdan ilginçtir ve bugün için yapılabilecek tek saptama ‘ertelenmiş tepki’dir. Yani halk tepki duyduğu gelişmeleri ‘içine atmış’, açık tepkisini ertelemiş, uzun süren bu erteleme sürecinin bir noktasında da patlamıştır. Kim bilir, ‘yaprak kımıldamıyor’ döneminin duyulmayan sloganı belki de şuydu: ‘Birike birike patlayacağız!’ ...”

Ooff of, of ki ne of.

Öncelikle Taksim Gezi hareketi, 2007 anti-Gül hareketlerinden daha kalabalık bir kitleyi çekmedi meydanlara, daha genç bir kitleyi çekti o kadar ama 28 yaş ortalaması ne kadar genç sayılabilirse tabii ki.

Ara saptama 1: Bu 28 yaş ortalamalı kardeşlerimiz, tarihi ıskalayan 1988’li ve 1998’lilerin yanına 2008’li olarak karışık salata olmuşkene, artı 10 yıldır mesai yapan beyaz yakalı beyaz Türk ikene, tıpkı Red Kit’teki Rin Tin Tin gibi, kafasına taş düştükten 10 vakit sonra, ‘ah’ dedi. E tabi Rin Tin Tin, ahladıktan sonra, ahlatana yalakalık eder genelde ya da gider yanlış kişiyi ısırır. Bunlar ise hala kararsız.

Ara saptama 2: 1955-1965 doğumluların bu konudaki tepkisi, en yükseği lümpen / banal sayılabilecek bir adilikte oldu. Facebook’ta 5 yıl Farmville oynadıktan sonra, bu konuyu buldular geyik niyetine. Hala geyik yapıyorlar ama yerleri çoktan huzurevi oldu aslında.

Ara saptama 3: 1978’lilerin 1968’lileri sollayarak hegemonyayı ellerine almaları gibi, 2018’liler, bu 2008 kırması 2013’lüleri sollayıp, hegemonyayı ellerine alırlarsa, bu iş yeni bir mecra kazanır kanımızca. Yoksa, küllüm mafiş eksi tas eski hamam devam olur.

Gelelim ana kritere:

Devrim.

Devrim evet ama ne zaman?

1929’un dedesi olarak 2029’dan önceye alındı, onu biliyoruz. (Bunu başka metinlerde açımladık.)

Devrim-isyan ilintileri şu an için çok muğlak.

TC halkları devrimi tanımıyor.

İşin daha da kötüsü, savaşı tanımıyor.

Unutmayalım ki o sevgili Rosa’mız, Karl’a uyarak Adolf’u ve von Poppen’i imal etmişti tarih için. Bizimkiler de Bayar’ı tutmuş (ki bunu Çulhaoğlu satır arasında söylemiş oluyor), 1971 darbesini ilerici saymıştı.

Yani, hala öldüremediğin düşmanını güçlendiriyorsun.

Geliyoruz deneylere ve kobaylara:

1968’liler ve 1978’liler gönüllü kobaylardı. Tarih kıyması oldular. Ancak etleri, tuvalet kağıdı bile olamadı, ayrı konu.

Yeni kuşaklar ise, ‘ölümden önce bir yaşam yok’çu olarak, pek bir beyaz yakalı nihilist durumundalar.

Devrim, şavalak Lenin’le bile yapılır ama bunlarla zor be abem.

E, devrim yoksa, karşı-devrim vardır ki öyle de olacak gibi.

TC’nin sahte Müslümanlar’ı şeriatı bile beceremeyeceğini kanıtladı, o nedenle gelen faşizm dalgası sevgili tarih bilinçsiz takma dişli biladerlerim.

O nedenle Çulhaoğlu biladerim, tarihte yeterince hata eyledin: Gel sen, şu kantarın topuzunu bir kez daha ayarla...

Ya da, gel sen de ben de, o kantarın topuzu kafamızda yeniden kırılmadan bu ülkeden kaçalım...

Daha beter oluruz inşaallah...


Yeni Ortadaki Sandık: Gökkuşağı ve Twitter

Eski bir tekerleme:

“Ortadaki sandık

Öpe öpe usandık”

Aslanım Gökkuşağı, bir sen eksiktin incilerinle:

Yeni Sandık: Twitter

...

Lafım hem Gezi'ye, hem Saraçhane'ye: Şu ‘zeka’yı aramızdan çıkarsak, konuşmak daha kolay olacak.”


Çıkarın çıkarın, beyin sizin neyinize zaten?

Yüreğiniz var, mideniz var, belde aşağı çeşit çeşit organınız var ama beyniniz yok işte...

Neneleriniz de, anneleriniz de öyleydi zaten. Devrim için bilgiyi ve zekayı, yani beyni gereksiz görürlerdi. Kitap okuyanlara, ben dahil olmak üzere, eziyet ederlerdi. ‘Entek’, 1980’den önce de bir hakaretti.

Dedim ya, Geziciler, Gökkuşağıcılar, yeni moda herkes herkes, her farklılığı ve yeniliği, örneğin interneti ve muhalefeti kendilerinin icat ettiğini, ABD’yi kendilerinin keşfettiğini sanmakta. Devekuşu gibin kafasını kuma gömmekte. Söylenenleri değil, kafasındakileri dinlemekte.

Sonra da ın ın ınınınn, iktidar bunları ham yapmakta ki yine öyle olacak, azz soonraaa...

Ammaa ne gam, bunlar da dedeleri gibi: Dayak yedikçe, kendini daha haklı hisseden müritler gibiler.

Bitmeyen kavga bitmez ammar, gelecek hep gelir ve uzun sürer, biz hep buradaydık, göründüğü kadarıyla artık bundan böyle öldükten sonra da burada olacağız. Sen git reklamcılık ve dizicilik oyna, çocuk peydahla, evlen boşan, ev al, Gümüşlük tatili yap, vd, vb...


13 Ağustos 2013 Salı

Lale Mansur Güzellemesi

Konuya bodoslama girelim:

“Biz niye bu kadar hakaret işittik, ... ?”


Elinizde tuzlukla, ‘hıyarım var’ diyene koştuğunuz için...

Kimse size oralara gitmenizi söylemedi. Kendiniz gittiniz.

Kimseyle sözleşmeniz yoktu. Kimse önerilerinizi beğenmek durumunda değildi.

Asıl önemlisi, bunu konuya girmeden önce düşünecektiniz.

Tuzunuz bitince, bir sürü hıyar size talepkarken, düşünmeyecektiniz.

Lale Mansur denince, aklıma hep ‘sosyal içerikli memeler’ dönemi gelir. Hani, 1980 ertesinde, ne yöne gideceğini bilemeyen yönetmenlerimiz, yemek tarifi gibi tarifli, bir takım bunalım filmleri yapmıştı ya, o dönem yani... Sosyal içerikli meme, filmin acissosu olmakta idi.

Artiz, konu mankeni, futbolcu, falan filan. Bunlar ünlüdür, Wright Mills’in ‘İktidar Seçkinleri’ tanımıyla...

İktidar seçkinlerinden işadamları, yine iktidar seçkinlerinden medyatörler eliyle, bu ünlüleri tüketim toplumu ve sınıf atlama hayali için idol olarak yaratır, epeyi de sık yaratıp sık demode eder.

Ünlüler, böylelikle hem devrin insanıdırlar, hem de iktidarın kölesidirler.

Bu akillerin bir bölümü de öyle oldu:

Orhan Gencebay, Lale Mansur, vd, vb...

Akiller, ünlülüklerine bakmadan boylarından büyük işlere kalkıştılar. Altında kaldılar.  Köşeye sıkıştılar, tüyecekler ama tükürdüklerini de yalayamıyorlar.

Bu gidişle yakında, Eski Akiller Huzurevi bile açacağız.

İşte böyle genç arkadaşlar, kıssadan hisse:

Siz siz olun, fabl hesabınca, fareliğinizle arslanın koynuna girmeyin, ağını da kemirmeyin. Ağdan kurtulunca, ilk işi sizi meze niyetine yemek olur nasılsa... Üstüne de sek ayran içer.

‘Kahv(e)altı’dan sonra, ‘ayranaltı’ diye sözcük bilem icat olur.

Kapanış alıntısı:

“Abiniz Şanar Yurdatapan’ın etkisi olmuş mudur üzerinizde?”

Garibim, o da gidip Dilipak ile halvet olmuştu. Dilipak, şimdilerde ince dilim laiksever konumunda... Tabii Yurdatapan da, ara sıcak olabilir o katl-i vacip sofrasında...

Ya böyle Mansur Nene, takıyyeperver insancıklardan uzak durmak gerek...

Dipnot: Fonda Atilla Özdemiroğlu’nun ‘İnsanlar İnsancıklar’ parçası çalmakta...


(23 Haziran 2013)

Demokrasi ve Özgürlük

Demokrasi ve özgürlük ezber kavramlardan ikisi, nedense hep içiçe sanılıyorlar. Oysa değiller.

Demokrasi, halkın halk tarafından yönetilmesi ise, özgürlük yönetmeme ve yönetilmeme olmakta ki bu anarşizmden farklı bir şey.

Demokrasi toplumcu ise, özgürlük bireyci.

Diğer bir ezber kavram ikilisi, liberalizm ve bireycilik olmakta.

Bireycilik, Yanki tipi pragmatik bireycilikten, anarşişt bireyciliğe dek epeyi geniş bir yelpazede yerleşik.

Şimdiki liberaller ise cemaatçi (dini anlamda değil, toplumcunun feodal versiyonu anlamında). Ekonomide bireysel girişimcilik yerine, devletin bağladığı kuşları avlamaya yönelik bir teşvikçilik cemaatçiliğini yeğlemişler. G-7’de de bu böyle. Bireycilikleri tümüyle görüntüsel.

Aslına bakılırsa, birey olma ve özgür olma, birbirinden epeyi farklı şeyler.

Özgür olma bir biyografinin tümünü ama eklektik olarak kaplar.

Birey olma ise, olsa olsa 24-65 yaş arasını kaplar. (Yaşlılar kategorik olarak yaşlıdır, birey veya cemaat değil, yani insan olma oyununun dışı demektir.)

Birey ve özgür olmanın ötesinde ise, asıl sorun olan yaratıcılık var veya çok bilgili ve çok zeki olma sorunu.

Tarihin tüm manevi (bilim, sanat, düşün) birikimlerini 100 milyar insanın 100 bini yapmış. Gerisi fasa fiso yaşamış gibi yapmış.

Özgürlük; yaratıcılık, bilim, sanat, düşün üretmek için gerekli ama bunlar amaç değil de, araç konumunda.

Bireysel özgürlüğüm ise gayet taoist, gayet yolcu. Sorun yolda olmak. Menzil yok. Henüz yok.

Demokrasi yolunda 500 yıla gereksinim var.

Özgürlük ise hep imkansız olarak kalacağa benzer, çünkü insanlar özgürlük istemiyor. Toplumsallık, onlar için gönüllü bir zorunluluk ve kölelik, kafeslerinin kapısı açıksca bile uçmuyorlar, uçamıyorlar.

Ancak artık özgürlük, insan-olmama olarak da yaşanıyor ve böylelikle de insanın özgürlüğe zulmü sakil kalıyor.

Demokrasi sorunum değil, özgürlük ise sorunum.

Demokrasi basit ve sade bir şey, istenildiği an şakkadanak olabiliyor. Bu kadar gürültü patırtı gerekmiyor aslında.

Özgürlük ise içsel bir şey. O nedenle hapsihanede bile özgür ve demokratik bir ülkede bile açıkhava hapishanesinde olabiliyorsunuz, G-7 ülkeleri için olduğu gibi.

Yazmam ama yaşarım seni ey özgürlük...


(21 Haziran 2013)

İsyan, Genel Grev, Devrim

İsyan oldu, yenildi. Olabilir, bir sonraki isyan lütfen.

Genel grev oldu. O da bu kezliğine yenilecek. Olabilir, bir sonraki genel grev lütfen.

Tarihe bakarsak;

Radikal Blog yazarlarından Demir Küçükaydın’ı 1963 / TİP kuşağı sayıyorum.

Saptama: 1963 ve 1968 biraz farklı şeylerdi. Ulusalcılık ve enternasyonalizm açısından ve eylem dozu açısından.

Eylem dozu açısından 1968 ilkti, Dünya’da da öyleydi.

Sonra, benim de dahil sayıldığım 1978’liler geldi. 1968’lileri hiç mi hiç takmadılar. Çünkü 1980’lerde uyuşturucu işine giren uç kanat sol ve PKK çizgisinin peklala işlevsel olabileceği ve yine PKK, ETA, RAa ilişkileri açısından, tıpkı global mafya gibi, global terörizmin dedelerini oluşturma sürecinin başlangıcını 1968’liler kuramazlardı ve hatta onu (eylemin bu dozunu ve biçimini) dışladılar. Yani, güncel savaş (karşı tarafın deyimiyle ‘asimetrik savaş’) modelini 1978’liler denedi. Ama bunun bilincinde olamadılar, çünkü bellerinin ortasına 1980 darbesini yediler. Ama o bilgiler hep vardı. Hep de var olacak. Makyavelli ve Neçayef bilgileri gibi.

Otobiyografik notlar:

1960’larda özgürlüğü yaşadım. Sonraki tüm yaşamımı pasta için satılmaktansa ve bir sömürge valisi olmaktansa, özgürlük için ayırdım ve bedenen ve zihnen kezlerce öldüm. Tüm devrimciler de öyle oldu ama 1960 doğumlu biri olarak ancak 2000’den sonra donanımlı bir devrimci idim. Ondan öncesinde lümpen apolitik sayılan, anarşist, Birikim’ci, varoluşçu sanılan biriydim. (Evet, bunlar da vardı, 1970’lerde.)

Devrim zor iştir. Hatta kimi imkansızdır ama olsun.

İsyan, genel grev, kargaşa katliam, vd: Çook bela demektir. O da yalnızca gerçekleşene kadar. Sonra, genelde devrim çocuklarını yer.

Ancak, devrimler bitmez. Metamorfoza uğrar ama bitmez. (Rusya ve/ya Çin yanılmış falan da değil, reel sosyalizm de öyle.)

Çünkü, insan türünü etobur Neanderthal İnsan’dan omnivor (hem etobur, hem otobur) Düşünen İnsan’a çeviren Neolitik Devrim’den sonra, son 500 yıllık koloniyalizm ve emperyalizm süreci sonunda, insan türünün hem yok olması, hem de başka bir türe evrilmesi süreçlerini içiçe ve ilk kez yaşadığımız, 2. Sanayileşme ile yepyeni bir metamorfoza girmiş durumdayız. Bunun rönesansları da var, engizisyonları da. Şu an engizisyon kuburuna ve kabirine gırtlağımıza dek batmış durumdayız. (Unutmayın, yeni edebiyat türü denemeyi, Montaigne bu koşullarda yaratırken, erken ölen arkadaşı Etienne de la Bootie’nin ‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’ini basmak da ona düşmüştü: Tarihte olur böyle şeyler.)

1980’lerin neo-globalist neo-liberalizmi 1968’lilerin ve 1978’lilerin geri tepen değişim rüzgarından yorulmuş kitleleri, yeniden bir yüzyıl daha geriye çekti. Öyle ki 1950-1980 arasında kazanılmış olan global okuryazarlık olanağı, 1980-2010 arasında tasfiye edildi. Bu da, kitlenin şu an neden bu denli cahil ve aptal olduğunu açımlıyor.

1988’lileri ve 1998’lileri pas geçtik ve onları tarihin çöp tenekesine yolladık. Şimdi elimizde, 2003-2013’lüler (Taksim’de) var, bir de benim gibi 1968’li ve 1978’li olanların tekne kazıntıları mevcut. Bir tür, ‘Fahrenheit 451’deki, her bir birer kitap belleği olan son kalanlar gibiyiz. Tıpkı onlar gibi, sistemin, düzenin ve tarihin dışına çıkmamız gerek (ki ben hiç tarihin içine giremedim, şizofrenik yapım nedeniyle, son olayları yalnızca izledim örneğin).

Tarihi bu denli açıkseçik şematiklikte göremeyenler hezeyanlara kapılıyor ve hezeyan devrime feci zarar verir. Bu bitmeyen bir kavgadır, şakkadank kazanılacak bir maç değil.

Bizler bir kez daha yenileceğiz ve gelecek için başkalarına yol açacağız. Taksim’dekiler de genel greve vesile oldular ve işlevleri bitti. Sağolsunlar.

Gelelim günümüze:

Can Dündar yumurtlamış:

“Savaşın bile asgari ahlakı vardır!”

El cevab:

“Savaşın asgari ahlakı yoktur. Birçok şeyin asgari ahlakı yoktur. Özellikle de şimdiki gibi yeni Orta Çağ'larda. Apartman çocuğu tipi aydınlanma tripleri geçersiz. Bu, başta yenilecek olduğumuz bir savaşın başlangıcıdır. Sonunda gene kazanılacak ama şimdilik yenilgi var, olsun. Sırada genel grev var. En risklisi ise 'riot' ki buna 'kargaşalı isyan' diyebiliriz. Tarihi bilmek yararlı. Bu oyun dizileri kezlerce oynandı, elimizde yeterince anatomik ve patolojik veri var. Onları kullanmayı bilelim. Kaybedelim ama hiç olmazsa geleceğe veri bırakalım.”

Dündar ve Küçükaydın, doğrusal prorgamlama açısından, önümüze epeyi sınır çizgisi koydular.

Birilerinin eylemlerde düşünmesi gerekli. (Yönetmesi değil.) İşte bu aydıncıklar, yol açacağına, yolun ortasında yatan bozuk greyder gibiler.

Çok antipatik baktığım Çarşı bile ne yaptı?

Kamyon ve/ya greyder kullandı. (Taksim’ciler sopa yedi.)

Haa, tutuklandılar. Yani, iktidar futbolculara bile girişecek derecede tırstı, onu gördük.

Bu kadar uzun bir metin, dağınık gibi görünebilir ama değil.

Çok basit bir durum:

Eylemin, hurucun, eksodusun; yönü, büyüklüğü, zamanlaması hesaplanacak ve uygulanacak. Sonra durulacak. Yeni hesap yapılacak. Bu sırada kuşak değişebilir, devrimi kendimiz için istemiyoruz.

Hesap doğruysa, ikinci veya üçüncü adımda, iktidar kopar.

İkinci adımdayız:

Genel grev.

Meydanlara hoşgeldiniz işçi sınıfı.

Es.


(17 Haziran 2013)

Aslan, Zebra, Gezi, Medya, Kitle



Son Gezi olaylarında medyamızın durumu, Şekil 1-A’da görüldüğü gibi, güçlünün ve iktidardakinin yanı oldu.

Medya zaten genelde bu konumda ama bu kez saçmalama silsilesi senkoplu oldu:

Medya önce saçmaladı, sonra özür diledi, sonra yine daha çok saçmalamaya geri döndü.

Gelelim Şekil 1-A’nın özüne:

Hitler, kitleye en çok yalan söyleyenin kazanacağını imlemiştir ve haksız da çıkmamıştır.

Sevgili halkımız da, doğruyu söyleyeni kovup, yalanı söyleyene oy verip onu iktidara taşımada pek bir becerikli geçmişe sahip durumda.

Böylelikle ortaya, zebrayı yemek için debelenen aslanın tarafını tutan yanlı yayıncılık yapanlara inanan bir AKP seçmen kitlesi çıktı.

Tayyip’in anavatanı Kasımpaşa’da 7 yıldır oturuyorum ve her gün bunun böyle olduğunu kezlerce gözlüyorum.

Geçen gün molotof kokteyli parodisi oynanırken, STV türü olduğuna karar verdiğim bir kanalı bangır bangır açmışlardı. Sunucu kadın, hain göstericilerin sevgili polisimizin görev yapmasını nasıl engellediğini anlatıyordu ve alt kat komşularım da arada komik yorumlar yaparak onu izliyordu. Hiç de yalana inanmamış gibi bir halleri falan yoktu.

Ayrıca, haftalık olağan koleksiyoner-satıcı görüşmelerimizde, şimdilik ikiye olmak üzere mayoz bölünen müşterilerimiz, seçme saçmalar paletini genişletiyorlardı.

Gerçek ama gizlenen nokta şu.

Kimse ekonominin hönkürdemesini istemiyor, çünkü açıktan para kazanıyor. Herkes de biliyor ki son olaylar borsanın canına okudu ve bundan tırstılar.

Uç bir örnek olarak, borsacı ve Devlet’e feci gıcık kapan ama hala şevkle MHP’ye oy veren bir arkadaşımız var: Yerli yabancı metal paraları alıp, içindeki gümüşleri eritip, gümüşü 1 liradan alıp 2 liradan satıp açıktan gelir etti. Çok değil, bunu 6 ay içinde yaptı ve sonra gümüş fiyatları eski durumuna döndü (değerli metal borsasında da keriz silkeleme operasyonları çok, bunu son günlerde altındaki senkoplu fiyatlardan görüyoruz). Bunun tefecilikten farkı olmadığını söylediğimde, ne alakası olduğunu söyledi ve kendine yönelik yalanlarına ve takıyyelerine geri döndü, yani devekuşu gibi kafasını kuma gömdü ki bu, yalan yutmanın ve yutturmanın İslam-Türk versiyonunun birinci kuralı oldu çıktı.

(Arada şerh: Liberal ekonominin istikrara dayalı olması gerekirken, neo-liberal ekonominin ‘forward’ işlemlerle tük ekonomiyi riske atması son 20 yılın olgusu.)

Yani 2 saptama:

Bir: Kitlenin yalan için, medyaya fazla gereksinimi yok.

İki: Medya yalan rüzgarını kendine zarar verecek duruma taşıdı.

Gerisi mi?

Karikatür işte: Ağlayacağınıza gülün gitsin...


(13 Haziran 2013)

Sakil Post-Akiller

Bunlar da bizim sakil akillerimiz olmuş:

“... Başbakan Tayyip Erdoğan ile Çarşamba günü görüşecek heyetin içinde mimar Korhan Gümüş, akademisyen Betül Tanbay, yazar Oral Çalışlar, işadamı Osman Kavala, tiyatrocu Ahmet Mümtaz Taylan, Prof. Mücella Yapıcı, Hayko Bağdat, Greenpeace ve Helsinki Yurttaşlar Derneği temsilcileri yer alacak.


Mimar Korhan Gümüş ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Betül Tanbay Taksim Dayanışma’nın 85 alt bileşeni içinde yer alan Taksim Platformu’nu temsil ediyorlar.”

Yahu, bunlar kim?

Çalışlar’ın o listede yeri yok, Tayyip akil listesinde işi var.

Osman Kavala’nın geçmişi için, bakınız Sevan Nişanyan’ın ‘Aslanlı Yol’ otobiyografisi...

YÖK profunun ne anlamı var? Ağır abla mı yani?

Gençler nerede?

100 grup temsilcileri nerede?

Yani bu kadar olur, eski has eski hamam:

Komünizm gerekiyorsa, onu da biz yaparız: Bu, klasik deyi.

Görüşme gerekiyorsa, onu da biz yaparız: Bu, nev deyi.

Yahu, insanda biraz ar haya olur, oraya çıkmaya utanır biraz...

İlk akiller bile utanmaya başladı...

Tam da alkol yasasının onaylandığı gün oluyor bu...

Protesto ediyorum...

Dipnot: Hem akil, hem post-akil insan önerim, Şekil 1-A’da görüldüğü gibidir.


(11 Haziran 2013)